Prof. Dr.
Haydar Baş'ın İcmal Dergisi'nde yayımlanmış yazısıdır.
Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde başlayan Hıristiyan ve Yahudilerle ilgili tebliğ ve mücadele, zaman zaman cereyan eden ve bugüne kadar süren birçok savaşlara sebep olmuş, savaşların arasında yaşanan boşluklarda psikolojik, ekonomik, siyasi ve askeri olarak hazırlıklar devam etmiştir. Yani ehl-i kitapla İslam arasındaki kavga, tarih boyunca süreklilik göstermiştir.
Bu kavganın kökeninde Resûlullah'ı kabul etmemek, onun da temelinde hasedlik yatmaktadır.
Resûlullah'ın vasıflarını bildikleri hatta O'nun adını bile muharref kitaplarda gördükleri halde, kendi ırklarından gelmemesi sebebiyle hased etmiş ve kabul etmemişlerdir.
İşte bu hased, haçlı zihniyetine vücut vermiş, buna bağlı birçok tarihi olay ve kanlı savaş meydana gelmiştir. Denilebilir ki, bizim tarihimiz hilal-haç kavgası tarihidir.
Bu bir mübalağa değil, Selçuklular döneminde Anadolu içlerine kadar ilerleyen Haçlılarla olan savaşlar, Osmanlılar döneminde geri teperek Balkanların fethedilmesi sonucunu doğurmuştur.
Osmanlının yükselmesinin duraklayıp daha sonra gerilemesi ve ardından çeşitli entrikalarla yıkılması hep bu doğu-batı, hilal-haç çatışmasının değişik safhalarını oluşturmaktadır. Bu oyun ve hileleri araştırmamızın ilerleyen safhalarında ele alacağız.
Muharref Tevrat ve İncil'den kaynaklanan daha sonra da ideolojik bir karakter alan Yahudilerin ve Hıristiyanların düşmanlığı, tarih boyunca devamlı bir kavgaya sebep olurken hemen bütün çatışmalarda mağlup olmuşlardır.
Böylece onlar kin ve intikama dayalı mücadelenin sonuç vermediğini bu yolla inançlarının cazip olamayacağını anladılar. Hem hegemonyalarının genişlemesi hem de inançlarının bir cazibeye kavuşarak tasvip görmesi için yeni yollar ve taktikler bulmaları gerektiğini anladılar.
Zaten her iki muharref dinin yapıları ve itikad sitemleri icabı tasvip görüp ilerleme kayıt edemeyecekleri ilmi bir realite idi.
Dinlerarası diyalog kararı
Soğuk harp döneminde ideolojilerin öne çıktığı sistem çatışmalarının yaşandığı çift kutuplu bir dünyada misyonerlik çalışmaları durmadı ancak arka plana kaydı. Bu dönemde liberalist-kapitalist zihniyet ortamında batı dünyasının yönünü tayin eden muharrik gücün yine Hıristiyanlık olduğunu görüyoruz.
Şu bir gerçek ki misyonerlik faaliyetleri hiçbir dönemde durmamıştır hatta birçok siyasi kararlarda etken olmuştur bu ayrı bir araştırma konusudur.
Hıristiyanlığın Vatikan diye bilinen bir küçük devlete de sahip olması bu zihniyetin sosyal ve siyasi planda nasıl aktif olduğunu göstermektedir.
Bu dönemde Hıristiyanlığın tarihi boyunca gidişatı değerlendirilmiş ve bir taktik ve üslup değişikliğinin gerekli olduğuna karar verilmiş 1962 yılında toplanan Hıristiyanlık konsili hoşgörü ve dinler arası diyalog başlatılmasına karar vermiş. Günümüzde bu üslup ve tarz sinsi bir şekilde Hıristiyanlığı bütün dünyaya yayma gayretindedir.
Komünizmin çöküşünden sonra fikri ve kültürel planda ateizm de çökmüş, fıtri olan din unsuru öne çıkmış ve insanlık nezdinde büyük bir arayış başlamıştır.
Zaten din, inanç fıtridir. Hak tektir; zira doğru tektir. O halde hak din, tek ve bir tane olmalıdır. Dinlerin birden fazla gözükmesi hep hakikat arayışındandır. Aslında aranan gerçektir; yani yegâne hak dindir. Buna göre hak din tektir, bâtıl dinler pek çok olabilir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim'de, "Allah nezdinde tek din İslam'dır" buyurulmaktadır.
Komünizmin çökmesiyle hızlanan dine yönlenişten, en şanslı dinin İslam olduğu açıktır. Bu husus, başta Hıristiyan ve Yahudiler olmak üzere diğer din mensuplarını endişelendirmiştir. Bunun bir sonucu olarak ehl-i kitap diye tabir olunan Hıristiyan ve Yahudiler, ortak menfaatleri doğrultusunda ittifaka ve işbirliğine gitmiştir.
Bu sebeple Hıristiyan Konsülü ve Papalık Konseyi'nin aldığı diğer dinlerle hoşgörü ve diyalog kararına Yahudiler de evet demiş, ittifak ve işbirliği ile dünya çapında organize ve beraber hareket etmeye sevk etmiştir. İşte dünyanın gerçeği budur. Devam edecek