Öncelikle, iman bir kabuldür. Kabulden sonra kabul ettiğiniz varlığa teslimiyetinizdir.
Elbette ki bir müslümanın kimi kabul etmesi lazım geldiğini müslüman çok iyi bilir. Müslüman kimi kabul eder? Vacibu'l-Vücud olan Rabbını kabul eder.
"O, vardır" der. "Nasıl vardır?" sorusunun cevabı da, varlığı kendi zatının iktizası gereğidir. Yani O'nu hiçbir etken vücuda getirmemiştir. O'nsuz bir zaman, O'nsuz bir mekân hayal de etmek mümkün değildir. Yokluk dahi O'nun varlığından sonradır.
Yani varlığın zıddı kâmili olan yokluğun var olabilmesi için yine O'nun olması lazımdır.
Binaenaleyh müslümanın Allah inancı doruk noktadadır. Onun için zatî ve subutî sıfatları olan yüce Rabbı bir müslüman noksansız olarak kabul eder ve "varlığı kendi zatının iktizasıdır" der.
Günümüzün asıl problemi budur. Evet, "Allah vardır" diyoruz ama sanki biz "var" dediğimiz için var olmuş gibi bir tavır da takınıyoruz.
Düşünmüyoruz ki bir hayat var. Öyle bir hayat ki bunda his, duygu, canlılık, muhakeme var.
Hülasa her şeyiyle bütünleşmiş dört dörtlük bir hayat var. O halde bu hayatın tamamının tesadüfi olması mümkün değildir.
Hele insan gibi bir varlığın tesadüfen var olması hiç mümkün değildir. Hülasa, bu varlık âleminin bir icad edeni vardır. O da Cenab-ı Hakk'tır. Buna şeksiz, şüphesiz itikad etmemiz zaruridir.
İnancımızın altı esası vardır
Allah'a imandan sonra meleklere iman var. Duyu organlarımızın algılayamadığı nuranî varlıklar, melekler vardır ki bunlar yemezler, içmezler, evlenmezler, çoğalmazlar, eksilmezler.
Bunları Cenab-ı Hak, özellikle halk etmiştir. Günahlarımızı, sevaplarımızı yazan Kiramen Katibîn dediğimiz melekler var. Hepimizin bildiği dört büyük melek var. Yeryüzünün her zerresinde, semanın her tabakasında katrilyonlar adedinde melaike-i kiram mevcuttur.
Kâinat öyle başıboş yaratılmış değildir. Allah, kâinatı bir hesaba binaen halk etmiştir. Allah bu kâinatı bir mizan üzere yarattı. Hakikaten baktığımızda zerre kadar bir noksanlık göremezsiniz.
Bu hesap sadece kâinatta değildir. Cismin en küçük parçası atomdan en büyük parçası kürreye kadar öyle bir matematik dengesi vardır ki işte o dengeyi kuran Allah'tır.
99 güzel isimlerin tecellisi, sıfat-ı Bari'nin tecellisi bu mükemmel âlemi meydana getirmiştir.
Özellikle zat-ı barisi ile tecelli ederek insan dediğimiz varlığı vücuda getiriyor. Müslüman buna inanacaktır. Ortak koşmayacaktır. "Allah'ın oğlu varmış! Haşa kızı varmış!" Bunlar şirktir. Rabbımız bunları kesinlikle kabul etmez.
Bu şekilde davranan insanlara Allah, "müşrik" diyor. Allah'a şirk koştuğu için Allah buna "kâfir" diyor. Bunun ebediyen kurtuluşu da mümkün değildir.
Nasıl olur da bu kadar matematik kurallarının hâkim olduğu bu âlemi, seni, içinde yaşadığın bu tabiatı, evreni, mükemmel bir tarz ve şekilde yaratan Rabbına ortak koşarsın?
Onun için tek hidayet dini İslam'dır. İslam'ın dışına bir milimetre çıkan iyi bilsin ki ebedi hayatını kaybetmiştir. İslam'ın içinde olduğu halde ibadetinde noksanlık yapan ahiretini cezalı da olsa kazanmıştır. Onun için akaid, amentü çok mühimdir.
İbadet, imanın kal'asıdır
İmanın, ibadetle alakasına gelince... Bütün bu kabullenmelerin devam etmesi için imanın diri olması lazımdır. İmanın diri olması da ibadetle mümkündür. İmanla ibadet tabir-i caizse etle kemik gibidir. İman, işin özü, ibadet de sıfatıdır, rengidir, kokusudur.
Bu neye benzer? Düşünün ki bir yanan lamba vardır. Eğer o yanan lambanın fitili bir fanus içerisine alınmazsa dışardan gelen rüzgâr onu söndürür.
İbadet o fanusun dış kısmıdır. Yanan fitil iman, dışındaki fanus da ameldir. İbadet ile iman birbirinin mütemmimidir. İbadet, imanın kal'asıdır. İmanımızın göçmesini istemiyorsak, hele bugünlerde hak ile yeksan olmamızı istemiyorsak, dipdiri durmasını istiyorsak ibadetlere devam edeceğiz.
İslam'ın şartı dediğimiz şartlar da ibadetler cümlesindendir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şahadet getirmek İslam'ın şartlarıdır. Demek ki imanın altı, İslam'ın da beş şartı vardır. Bunları bileceğiz.
İbadetlerin insan hayatına tesirleri vardır. İbadet eden insanların bulunduğu toplum ile ibadet etmeyen insanların bulunduğu toplum arasındaki farklar vardır.
Allah, yaptığımız her şeyi soracaktır. Zerre kadar yaptığımız her şeyin hesabını soracaktır. Bu hayır olsa mükâfat, şer olsa ceza şeklinde kendini gösterecektir.
Dolayısıyla, "Benim dünya hayatımda ibadet etkili olmaz" diyebilir misin? Bu akaide sahip olan insan bütün hayatını dirlik ve düzenlik içinde sürdürür. Hesap içinde sürdürür. "Yanlış yapmayayım. Haram işlemeyeyim" der.
Bu olunca senin hukukuna kimse tecavüz etmez. Can, mal, namus, din ve vicdan hürriyetine, emniyetine kimse dokunmaz.
Müslüman bilir ki bunlara dokundu mu eli de yanar, dili de yanar. Herkesin birbirinden emin olduğu bir toplum düşünün ki bu noktaya o toplumu ameller getiriyor.
İtikadın sana öyle bir muameleyi emrediyor, seni öyle noktaya taşıyor ki hiç kimseyi incitmiyorsun. Her şeyin hesabını yapıyorsun. Her an kontrol ve murakabe altında olduğunu bilen sen O'nun rızasını kazanmaya, kalb yoluyla O'na mirac etmeye karar veriyorsun.
Senin gibi olan insanların bulunduğu böyle bir topluluğu, cemiyeti, memleketi, mahalleyi düşünün; orada hırsızlık, yolsuzluk, cinayet, yalan, rüşvet, aldatma, zina olmaz. Orada Allah'ın yasak kıldığı hiçbir şey olmaz.
Çünkü amelin düzgündür. Kalbin Allah'a rabıtalıdır. Yapacağın işin hesabının verileceğini çok iyi bilirsin. Bu akaid ile mahallelerimiz, evlerimiz cennet bahçelerinden bir bahçe olur.
İbadetle hayatını yönlendiren insanların hayatında hemen hemen bütün işlerin merkezinde oturan gaye Allah'ın rızasıdır.
Allah'ın rızası olması münasebetiyle attığı her adımı "O, benden razı olsun" inancıyla atar. Aldığı nefesi, yaptığı bütün işleri "O, benden razı olsun" diye alır, yapar.
"Benden razı olsun" diye insanın attığı her adım onun ibadetidir. Bu hâl, bu niyet, onun Allah'ı hatırlamasına vesile olur. Hatırlamak ise Allah'ı zikirdir. Allah'ı unutmamak, Allah'ı hatırda tutmak, "Allah, Allah" diyerek Allah'ı zikretmek de zikirdir, Allah'ı unutmamak da zikirdir.
Sadece bir niyet Allah'ı zikrinize sebep oluyor. O vesileyle Cenab-ı Vacibu'l-Vücud da kulun kalbine tecelli ediyor. Kul, tecelli eden Rabbi tanımaya başlıyor.
Tanıdıkça o büyük azameti seyrediyor; O'nu görüyor. Gördükten sonra, "Allah, Allah, ben hiçbir şey yapmıyorum. Aman ya Rabbi!" diyor.
İbadetleri ona az geliyor. O kudret, o kuvvet, o azamet karşısında o kadar küçülüyor ki nerede ise "ben yokum" dercesine içinde azamete karşı hem bir saygı ve O'na bağlayan sevgi ve muhabbet gelişiyor. Yaptıkça ibadet yapmanız içinizden geliyor.
Dikkat edilirse, bu hali yaşayamadığımız zaman ibadet sırtımızda bir külfet oluyor. Bir namaza kalkarken sanki sırtımızda dağlar varmış gibi oluyor. Hele sabah namazı olunca...
İnsan halifetullahtır
Peki, neden böyle oluyor?
Çünkü kalp ile Allah arasındaki devreyi ibadetle tam kuramadık, kapıları açamadık da ondan. Gelecek sinyallerden habersiz kaldık. İbadet, hakikatte o sinyallerin kulun kalbine tecellisine ve o tecellilerle de kulun Allah'ı tanımasına sebep olmaktadır. İşte ayette murat edilen budur.
"Ben böyle bir padişahım, haberin olsun" halini yakalamandır. O gücü her an yaşamandır. Kiminle karşı karşıya olursan ol, hangi birlik olursa olsun, bu böyledir.
O güçle birlikte hayatı kucaklamaya çalışan sen o zaman herkesin fevkine, O'nun için, O'nun adına çıkmak istersin. Niye?
İnsan neydi? Halifetullah değil miydi? "Ben, O'nu temsil ediyorum. İnanmış bir mü'min olarak bunu biliyorum." O zaman güçlü olmaya, kuvvetli olmaya mecbur oluyor.
Bu mükevvenatın onun emrine musahhar kılındığına inanıyoruz. Ayet-i kerimede, semada, yerde ne varsa insanoğlunun emrine amade kılındığı buyuruluyor.
Bütün bu mükevvenat insana hizmet için verilmiştir. Bir gaye olmazsa bu verilen şeyin hesabını vermek de çok zordur. Her şeyin hesabı sorulacaktır.
Bir nefesin dahi, zerrenin dahi hesabı sorulacaktır. O mânâda insanın Vacibu'l-Vücud olan Rabbinin maksadını bilerek elindeki malzemeyi değerlendirmesi, kâinattaki varlıkları şekilden şekile sokup O'nun rızasını kazanacak tarzda kompoze etmesi, çocuklarının rızkını kazanması, düşmanına karşı direnmesi, insanıyla, milletiyle geçinmesi, düşkünlere yardım etmesi, fakiri-fukarayı gözetmesi, kısaca bütün bu hallerin tamamı ibadet olmuş oluyor.
O ruh yakalandığı zaman fikir de, beden de ahsen-i takvim bir mahiyet arz ediyor. Ayeti kerimede, "Biz insanı en güzel surette yarattık" buyuruluyor.
O'ndan uzaklaşırsa insan, ayet-i kerimede buyurulduğu veçhile "hayvandan da aşağı" bir konuma düşüyor. Allah korusun, kaybolup gidiyor. (Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Dergisi Ekim 2016)