Toplum hayatında sosyal hadiseler ile ekonominin seyri yakından ilgilidir. Takip edilen ekonomik politikalar halkın refah durumunu, alım gücünü, hayat standardını direkt olarak etkiler.
Bunun tersi de mümkündür. Sosyal veya siyasî alanda yaşanan herhangi bir istikrarsızlık ve belirsizlik ekonominin değerlerini alt-üst eder.
Döviz veya altın yüksek oranda iniş-çıkışlar gösterebilir. Bu itibarla sosyal gelişmeleri ekonomik grafikten ayrı düşünmek mümkün değildir.
Ekonomik savaşların yüzyılı
Ülkelerin ekonomi politikaları millî çıkarlar esas alınarak ve uzun vadeli planlamalarla belirlenir. İktisadî kalkınma hayatî öneme sahip bir meseledir. Günümüz dünyasında ise bu konu çok daha ciddi boyutlara ulaşmıştır.
21. yüzyıl Japonlar'ın deyimiyle "savaşların büyük ölçüde iktisadî sahada cereyan edeceği" yüzyıldır. Bu alanda takip edilen politikaların doğruluğu veya yanlışlığı bir ülkeyi "gelişmişler" kervanına katabileceği gibi, "fakir" ve "muhtaç" bir konuma da sürükleyebilir.
İçte halkın refah düzeyi ekonominin seyriyle doğru orantılı iken, dışarıda da bir ülkenin saygınlığını ve itibarını artık büyük ölçüde iktisadî kalkınmışlık seviyesi belirliyor.
Bu noktada ekonomik gelişmeyi, teknoloji ve sanayi sahalarındaki atılımlarla beraber düşünmek gereklidir.
Dünyanın en gelişmiş 8 ülkesi (G-8) azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin deyim yerindeyse kaderine yön vermekte, siyasî, kültürel, hukukî her sahada bir abluka altına almaktadır.
Türkiye'nin durumu
Bu temel tespitlerden sonra, ülke olarak içinde bulunduğumuz ekonomik tabloya baktığımızda içler acısı bir manzara ile karşılaşıyoruz.
En geniş ifadeyle, IMF'ye endeksli, borç alıp-borç verme mantığına dayalı, üretimi neredeyse sıfırlayan bir ekonomi anlayışı uygulanmaktadır. Halkı üretime teşvik etmek, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı tam kapasiteyle devreye koymak ve işletmek yani çalışmak-üretmek mantığı rafa kaldırılmıştır.
Bu anlayışa, dalgalı kur politikasını, parayı sermaye piyasası ve bankalarda bir kumar haline dönüştüren uygulamaları da eklersek, içinde bulunduğumuz durumun sebepleri daha iyi anlaşılır.
Dalgalı kurun ekonomimizi nasıl alt-üst ettiği açık ve net olarak ortada iken, IMF İkinci Başkanı'nın ülkemize gelerek ısrarla "dalgalı kur uygulamasının faydalarından" dem vurduğu bilinmektedir.
Gerçek şu ki, IMF reçetelerinden bugüne kadar insanımızı rahatlatacak, ekonomimizi canlandıracak, kısaca lehimize sayılabilecek hiç bir netice çıkmamıştır ve çıkmayacaktır.
Dünyada IMF'nin kılavuzluğunda ve borç olarak kalkınmayı başarmış tek bir ülke bulmamız mümkün değildir.
Avrupa'nın ekonomi devi Almanya II. Dünya Savaşı'nda yaşadığı büyük yenilginin ardından, tamamen çalışmaya ve üretime dayalı politikalarla bugünkü durumuna gelmiştir. (Aynı Almanya'nın kendi altınını bize satabilmek için, Türkiye'deki zengin altın rezervlerinin gün ışığına çıkarılmasına ve işletilmesine engel olması ise ayrı bir tartışma konusudur).
Japonya'nın da aynı atılımı gerçekleştirdiğini ve teknolojide bir numara olduğunu görüyoruz.
Fransa, İtalya, İngiltere vs. bütün gelişmiş ülkeler üretimle ve üretimi teşvik eden politikalarla, kendi yeraltı ve yerüstü zenginliklerini tam kapasiteyle devreye koymak ve pazarlarını dış rekabetten olabildiğince korumak suretiyle G-8'ler kervanına katılmışlardır.
Biz ülke olarak 1923-38 arası dönemde uygulanan ekonomi politikasını devam ettirebilmiş olsaydık bugün G-8'in içinde, belki de dokuzuncu ülke olarak yer almamız mümkün olacaktı. Ancak maalesef cumhuriyetin ilk yıllarındaki politikalar sürdürülememiştir.
Çalışmadan ve üretmeden bir toplumun kalkınmasını beklemek ancak boş bir hayaldir.
IMF bu hayalden uyanmamızı istememekte ve bizi gittikçe büyüyen bir borç sarmalının içinde boğmaya çalışmaktadır. Bu gidişe bir çare bulunmasının zamanı çoktan gelmiş ve hatta geçmek üzeredir.