"Peygamber Efendimiz, birçok geceler ümmeti için ağlar; onların kurtuluşu için dua ederdi.
Tâif'te taşlanarak kovulduğunda zar zor kendisini bir bahçeye attı. Tarihe 'Şekvâi Muhammedî' diye geçen duasında, Allah'a hâlini arz etti de ümmetini şikâyet etmedi.
Ardından, Cenab-ı Hak, melek yolladı. "Ey Muhammed! Beni, Allah yolladı. İster misin, şu iki dağı başlarına yıkayım?" diyen, meleğin bu sözüne karşılık ağlamaya başlayan Hz. Peygamber, "Allah'ım! Kavmime hidayet et. Muhakkak ki, onlar bilmiyorlar" diyerek ümmetine kalkan oluyordu.
Diğer yandan, ashabına, yaptıkları hatalar karşısında serzenişte bulunduğu olurdu. Hatta celâllendiği yüzünden belli olurdu. Yüzü kıpkırmızı olur, şakağında damarı belirginleşirdi. Sonra da "size ne oluyor ki…" şeklinde birçok serzenişi vakidir.
Fakat O'nun hata eden bir insana kızması da aynı şekilde bir kalkan olmuştur; merhametin ta kendisidir. Zira Habibi incindi diye Allah gazap ederse o insan çok büyük zarar görecektir. O yüzden, büyük insanlar, bazen dua gözyaşlarıyla; bazen uyarılarıyla insanlara gazab-ı ilâhiden etkilenmemeleri için kalkan olurlar.
(Bu konu tasavvufta 'Gayretullah' olarak geçmektedir. İnsan-ı kâmiller üzerine titreyen Cenab-ı Hak; onların yakınlığıyla sevinmiş; onlarla insanlara tasarruf etmiş; onlarla âleme nazar etmiştir: "Kim ki bir veli kuluma düşmanlık ederse ona harb ilân ederim" buyuruyor.
İşte bu sebeple, Hak dostlarının Cenab-ı Hak ve insanlarla çok ince ve hassas diyalogları vardır. İnsanlara, Allah'ı tanıtmak ve sevdirmek vazifeleridir. Fakat bunu yaparken kendilerinin değerini bilmeyerek kötülükte bulunanlar olacaktır.
İşte Cenab-ı Hakk'ın cezalandırmaması için bu insanların gönlünü almaya, açmaya; ya da Hakk'a dönüp yalvarmaya çalışırlar. Yahut da, ceza verir ki bu yönleri de, ne kadar fedâkârane bir yapıya sahip olduklarının bir başka göstergesidir.
Bir gün Abdülkâdir Geylâni Hazretleri abdest alırken bir kuş, üzerine pisler. Dönüp bir nazar ederler; fakat kızmadan. Allah, kuşun canını alır. Hz. Pir ağlayarak kaftanını temizler ve müritlerine verir. "Satın da tasadduk edin. Belki Allah, beni affeder" buyurur.
Kızmadığı halde gayretullaha dokunuyor. Buna rağmen de suçu kendinde görecek kadar hassas olduğunu görüyoruz. İnsan ister istemez şunu düşünüyor; velinin kızmadan baktığı kuşun canını alan Allah; o veli kulunun muhabbetle bir kez ve bir an nazar ettiği insanları acaba hangi nimetlerle mükâfatlandırır?
Başka bir örnek: Bir devirde, bir veliye birileri acaba veli midir, diye denemek için bir tokat atıyorlar. O da mukabele edince, ilk vuran niçin mukabele ettiğini sorduğunda, "Gayretullaha dokunur da Allah vurursa fena vurur; onun için ben vurdum" buyuruyorlar.
Görüldüğü üzere, her iki tavır farklı ve zıt görünse de neticede merhametin bir tecellisinden başka bir şey değildir.
Bu örneklerden sonra şöyle bir sonuç ortaya çıkacaktır: Resulullah'ın ahlakında asıl ölçü, tavırları değil; her an Allah'la oluşudur.
O'nun ahlakının temeli insana dayanır. "Peki, sonraki devirlerde insanlar kime, nasıl tavır koyacaklarını nasıl tespit edecekler?" şeklinde bir soru aklımıza gelebilir.
Cevaben deriz ki: Vahiy yalnız peygamberlere gelir. İlham ise samimi Müslümana Allah'ın lütfudur. Vahiy ile ilham arasında fark olmakla beraber, kaynaklarının aynı olduğunda şüphe yoktur.
Öyleyse; Resulullah'ın ahlakını anlayıp yaşamak, Yüce Allah'a yakın olmaya bağlıdır. Yoksa O'nun ahlak hakkında çokça hadis veya malumat bilmek, insanı güzel ahlaka erdirmez; her pozisyonda gerekli tavrı koymasına yardımcı olmaz." (Prof. Dr. Haydar Baş, Rahmet-el lil Alemin eserinden)