Ahlak ilmiyle uğraşanlar, merhametin sınırları noktasında asırlardır tenakuza düşmüşlerdir. Ya hudutsuz merhamet bir maraza dönüşmüştür yahut da merhametsizlikle mahlûkata zulüm yapmışlardır.
Halbuki Resulullah Efendimiz, engin bir merhametle, Allah yarattığı için her mahlûkata saygı duymuş; incitmekten çekinmiş; fakat diğer varlıkların fıtratlarına uygun olarak yaşamasına mâni olduğunu gördüğü her şeyi de yok etmekten çekinmemiştir.
Mesela; çekirgeye merhamet beslenir fakat ekinlere zarar veriyorsa devreye onunla mücadele etmek girer ki, bu suretle çekirgenin öldürülmesi gerekir.
O çekirgeyi öldürmek kalpteki merhameti ortadan kaldırmaz. Hatta yüzlerce insanı besleyecek nimete mâni olarak zarar verdiği için onu öldürmek daha geniş çaplı bir merhamet örneğini oluşturacaktır.
Beşerî hukuk sistemlerinde, önce suça giden yollar açık tutulur; sonra da suça düşenlere ceza verilir. Bu ise zulümdür. Bazı insan severler (!) de, bu insanların affedilmesi için seferber olurlar ki, bu da keşmekeşliğe yol açar.
Resulullah Efendimiz de suç işleyene acır, merhamet eder, fakat bunu yaparken önce toplumu ıslah etme mücadelesini verirdi. İnsanları ıslah eder, suça giden bütün yolları da tıkardı.
İşte bundan sonra da ıslah edilen böyle bir toplumda yaşadığı hâlde toplumun geneline tecavüz mahiyetinde suç işleyen bir insana, toplumun helâkına müsaade etmeyeceği için en uygun karşılığı verirdi.
Bu hem aynı suçu daha fazla işlenmesine mâni olmakla o insan için rahmettir; hem de hayatlarına kastettiği insanlar için rahmettir.
Nitekim, Hz. Mevlana, "Taarruz eden bir kâfirin ölümü kendisi için rahmet; öldüren için merhamettir" buyurarak bu hakikati ifade etmişlerdir.
Yine bu sadetten olmak üzere, nefsine karşı işlenen suçu affeden Peygamber Efendimiz; cemiyete karşı işlenmiş suçları İslam'ın manasına karşı işlenmiş bir suç saydığı için asla affetmemiştir…
Resulullah'ın cihat mantığı da aynı mana üzerine oturtulmuştur. O, önce bir grup insanın ıslahıyla cemiyet kurmuş; bunu büyüterek huzurlu bir topluma dönüştürmüştür. Herkesin kardeşlik içerisinde, huzur dolu olduğu bir muhabbet medeniyeti.
O devrin civar topluluklarına baktığımızda (ki her peygamberin geldiği dönemde aynıdır) ise şu manzarayı görürsünüz:
1. Toplumun az sayıdaki elit grubu çarkını kurmuş, güçsüz olanların sırtından geçinmektedir.
2. Bu grup, kanunları da kendi menfaatleri doğrultusunda koymuştur; hatta hukuk bile tanımamışlardır.
3. Halkı bulundukları ortama, zulüm ve çirkinlik dolu hayata alıştırmışlardır. Bunu yaparken insanların beşerî zaaflarını istismar etmişlerdir ki, bu da zina, içki kumar ve eğlencenin yaygınlaştırılmasıyla yapılmıştır.
Bunlarla hayatını geçiren insanlar, zamanla hayata atıldıklarında çarkın içerisinde günlerini gün etmenin verdiği geçici teskinlikle avunarak mücadele ruhlarını kaybetmiş; hatta içinde bulundukları kötü hayata alışarak onu savunmaya başlamışlardır.
İşte böyle bir topluma Resulullah Efendimiz örnek elçiler yollar. Yaşadıkları güzel hayatı anlattırıp, onlara kıyas imkânı verir. Sonunda ya Müslüman olup zulümden kurtulurlar, ya dinlerinde serbest kalıp yönetimde Müslümanların hâkimiyetini kabul ederler.
Savaş ise hiç laftan anlamayanlar içindir. Bu son merhaleye gelindiğinde, Resulullah'ın, onlarla savaşmaması bir merhamet değil, zulüm olur. Çünkü hem o insanlar, hem de nesilleri helâk olacaklardır.
Bu sebeple, menfaatlerini idrak edemeyecek kadar uyuşmuş olan bu toplulukla savaşılarak az bir kısmı öldürülür. Fakat bu sayede hem geri kalan insanlar, hem de onlardan meydana gelip varlığını devam ettirecek olan nesil kurtarılmış olur. Bu da en güzel merhamet örneğini oluşturur.
Şefkat ve merhameti her şeyi kapsayan Allah Resulü; devamlı tebessüm eden bir insan değildi. Kızması gereken yerde kızar, susması gereken yerde susar, üzülmesi gerek yerde üzülürdü. Bütün bunları nefsinden değil, her an Allah ile olmanın şuuruyla yaptığından, değişik her haliyle de insanları irşat ederdi.
Bir gün, hücresini gözetleyen birisini görerek hiddetle dışarı çıkmış; ashabına: "O evimi seyredeni yakalasaydım gözlerini oyacaktım" buyurmuşlardır.
Resulullah Efendimiz bu tavrıyla namus meselesinin ehemmiyetini öğretmişlerdir.
Diğer taraftan; bir gün, kendisine bir genç gelerek zina yapmayı istediğini söylediğinde ashaptan bazıları gencin üzerine yürüdüler.
Resulullah ise onlara durmalarını işaret ederek genci yanına aldı ve büyük bir sevecenlikle, "Senin annenle zina yapılmasına razı olur musun?" dedi.
Genç, "Nasıl olur ya Resulullah!" dedi. Resulullah, "İşte senin zina yapmak istediğin kimse de birisinin annesidir" dedi ve devam etti: "Kız kardeşinle zina yapılmasını ister misin?" Genç, "Nasıl isterim ya Resulullah!" deyince Allah'ın Resulü, "İşte zina yapacağın kişi de mutlaka birinin kardeşidir" buyurdu.
Bu şekilde halası, teyzesi için de aynı soruyu yöneltip aynı cevabı aldı. Genç, hatasını anlamıştı. Huzurla Resulullah'ın yanından ayrılırken, Peygamber Efendimiz de, kendisini iffetli kılması yolunda Allah'a dua etmişlerdi.
Rivayetlere göre bu genç, Medine'nin iffet ve hayâ yönünden en üstün genci olmuştur. Dikkat edilirse, Resulullah'ın tavrı farklıdır, fakat öğrettiği şeyde elde ettiği netice aynıdır..." yarın devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş, Rahmet-el lil Alemin eserinden)