Peygamber sabrı miskinliği içermezdi
O'nun sabrı da, merhameti gibi marazî şekle dönüşmemiştir. Yani, Peygamber Efendimizin sabrı miskinliği içermezdi; mücadelen uzak değildi.
Zira O'nun sabrı, başına gelen olaylardan ziyade, o hadiselerin arkasındaki İlâhî elin muradına idi.
Varlığın nuru ve hilkat sebebi olan Resulullah Efendimizin teşrifini, Hz. Âdem'den bu yana büyün varlıklar beklemişlerdir.
Düşünebiliyor musunuz; bütün insanlığın başından geçen tarih, sevgiler, barışlar, savaşlar, her şey ama her şey Resulullah'ın teşrifini beklemek içindi! İşte bu muazzam sabrın sonucu ve meyvesiydi Resulullah Efendimiz.
Bütün varlık, O'nun gelişini bekler ve sabrederken bir an bile mücadeleden geri kalmamıştır, her şeye kadere ve oluşa sabretmiştir. Başa gelene kalben ses çıkarmamak, kadere; bir yandan da bütün varlığıyla mücadele etmek ise oluşa iştirakin bir ifadesidir.
Bu iki unsurun bir araya gelmesi Peygamberi sabrı oluşturmaktadır. İşte Resulullah Efendimiz, yüzyıllar süren kutsal bir sabrın sonunda zuhur etmiş; o sabrın gayesi olarak da sabrı tamama erdirmek için hayat sürmüştür.
Yani O, bir sabır peygamberi idi. Çile dolu bir hayat yaşaması, meşakkatlere göğüs germesi ve kısa sürede dini tamama erdirmesi ise, yüzyıllar süren sabrın yirmi üç yıla sığdırılmış bir ifadesi idi.
Nasıl ki, Hz. Peygamber'in teşrifiyle, bu nimete nispetle geçmiş anlamsızlaşır; Allah Resul'ünün mücadelesini tamamlamasıyla da geçmiş sıkıntılar ve çileler muhabbete dönüşmüştür.
Mü'min de, bu mantıkla yaşayan insandır. Mücadelesi, bugünün mumunu yakmaktır; ama sabrettiği, bu mumu yakmak için verdiği mücadeleler değil; bu mücadelesinin sonunda sönmemek üzere yanacak olan hakikat nurudur.
Bu sebeple; Hak dostları mücadele içinde hayat geçirmelerine rağmen, her seferde, "Allah'ım, son nefese Seninle erme zaferini ver", üzülüp kaybeder gibi oldukları anlarda da, "Rabbim; son nefeste yenilgi verme" diyerek gerçek zaferi gözlemişlerdir.
Bu hâl ve tavırları, onların "Zafer sabırdadır" hadisinin sırrına erdiklerinin göstergesidir. İşte zaferin son nefeste olduğunu bilen mü'min-i kâmil bu zafere nispetle yaşadığı hayat ve çilenin bir hiç olduğunu bilir ve başına gelenlere değil; son nefese, yani zafere ulaşmaya sabır göstererek bu noktada Resulûllah'ın sabrındaki ruhu yaşamış olur.
Bu şuur kişiyi gerçek delikanlı, Allah eri yapar. Zira şu ânın etkileyemediği insandır, o insan. Sabrı şu âna değildir. Şu an, onu üzmez; sevindirmez de. O, sadece şu an yapması gereken bütün emir ve yasakları yerine getirerek kulluk şuuru içerisinde ötelerin ötesini gözler ve bekler. Onun sabrı bu yöndedir. Mücadelesine de bu durum güç katar.
İşte Resulullah'ın sabrı, bazen işin hikmeti kavranmadığı için ancak zafere ulaşılınca anlaşılabilmiştir:
Hudeybiye'yi imzalamasını kavrayamayan sahabeler olmuştu. O'nun ağır müsâlaha şartlarına sabır göstermesi bir mücadeleden kaçış değildi. Nitekim sulh ortamında birçok insan ve kabile kazanılarak müsâlaha zafere dönüştürülmüştür. Ve O'nun buradaki sabrı, sonuç itibarıyla yenilgi taşımadığı için asla bir maraz ve zafiyet değildir.
Kâbe'yi tavafı sırasında, bir grup insanla beraber kendisine hakaret eden Ebu Cehil'e iki tur sabreden Hz. Resulûllah, kendisinin bu halini zaaf zanneden Ebu Cehil'e yönelerek tehdit etmiş; İlahî heybetten ürken Ebu Cehil ayaklarına kapanıvermişti.
Aynı Ebu Cehil, hakaret edere Resulûllah'ın başını yardığında, O, ses çıkarmayıp sabretmişti. O'nun sabrı Hz. Hamza'nın Müslüman olmasına, dolayısıyla İslam'ın güç kazanmasına vesile olmuştu.
Görüldüğü üzere, Resulullah'ın bütün bekleyişleri zafer bekleyişidir. Asla bir maraz, atalet ve korkaklık değildir. O'nun sabrının maraza dönüşmeyişinin sebebi ise -aynı merhamet konusunda olduğu gibi- Allah'la olan irtibatıdır. Tevazu, hilm ve cömertliğinde de durum aynı olup; Hak ile oluşu her birini ölçülü kılmıştır." (Prof. Dr. Haydar Baş, Rahmet-el lil Alemin 2. Cilt)