Prof. Dr. Haydar Baş'ın İcmal Dergisi Mart 2012 tarihli yazısıdır.
İnsan ancak ibadetle arif olabilir.
Allah, insanı bir maksat için halketti. Neydi o maksat? Allah'ı tanımak, bilmek, bulmak, O'na kul olmak. "Ben insanları ve cinleri ancak Bana kul olsun diye yarattım?" buyuruyor Cenab-ı Hak.
Buradaki "li ya'budun (ibadet etsinler)" beyanını ulema-i âmilin ve de meşreb-i sufiyye uleması "Allah'ı bilsin, Allah'ı tanısın" olarak tefsir ederler. Peki, "Allah'ın tanınması nasıl olur?" diye sorulursa, yukarıda da belirttiğimiz gibi, "ancak ibadetle olur" deriz.
Allah, kullarının kalbine tecelli eder. İsimleri ile tecelli eder, sıfatları ile tecelli eder, Zât-ı Barisi ile tecelli eder. Rabbimiz bize nasıl tecelli ederse, biz o yönü ile o Rabbimizi tanırız.
Onun için Allah'ı çokça
anmak, zikretmek, O'na ibadet etmek; O'nu tanımak için anahtardır. Ayette, "Beni zikret Ben de seni zikredeyim" buyruluyor.
Yani sen, Rabbini ne kadar tanırsan, O da, seni o kadar tanır. Seni ne kadar tanırsa Zatını, sana o kadar tanıtır. Bu ayetin bir anlamı da budur. Dolayısıyla, Allah'a kulluk yapmayan bir insan ile ubudiyetle hayatını değerlendiren insanın Allah'ı tanıması ve de anlatması bir olmaz.
Allah'ı tanımak bir hâldir. Kalbî bir olaydır. Bazen şöyle bir soruyla muhatap oluyoruz: "Efendim, okuyarak biz bu işi elde edemez miyiz?"
El cevap, edemeyiz. Bu mümkün değildir. Hatta bazı büyük velilerin ümmi olduğu görülür.
Mesela, Üveysü'l-Karanî okuma yazma bilmez. Onlar bulundukları mevkie okuyarak değil, ibadet vasıtasıyla Cenab-ı Hakka kurdukları kurbiyyetle gelmişlerdir.
Rabbimiz onların kalbine isimleri ile tecelli etti; Rablerini öyle tanıdılar, esma-i ilahisiyle tanıdılar. Sıfat-ı Barisiyle tecelli etti; Sıfat-ı Bariden tanıdılar. Zâtıyla tecelli etti; Zât-ı Barisi ile tanıdılar.
Bu tecelliler Allah'a yakınlığı tesis eder. Bir kudsi hadiste Cenab-ı Hak, "Ben kulumun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, konuşan dili, tutan eli olurum" buyuruyor.
İbadet ve zikir yoluyla gelen bu yakınlık neticesinde, Allah ile bakanın basiret gözü açılır; öteleri seyreder; kalp kulağı açılır, öte âleme ait sesleri duyar.
İşte ârif-i billah böyle olunur. Gerçek ilim ve hikmet sahibi de bu zevât-ı kiramdır. Bize düşen vazife, onların gösterdiği istikamette yürüyüp Hakk'ı talep etmektir.
Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak.
İbadet, aynı zamanda insanın nefsanî istek ve arzularını kırar. Nefsanî istek ve arzuları kırılan insan Rabbine meyleder. Nefse ait engeller ortadan kalkıp Hakk'a ait kapılar açıldığı zaman, İlahî rahmet kapılarından mü'minin gönlüne Cenab-ı Vacibu'l-Vücud Hazretlerinin feyzi oluk oluk akmaya başlar.
Misal olarak verilir; Kor'un içerisine kömür atıldığı zaman bir de bakıyorsunuz simsiyah kömür kor'un rengine bürünmüş; o da kıpkırmızı ateş parçası haline gelmiş.
Bunun gibi, ubudiyet insanı ruhanî âleme sevk ettiği zaman, nefis, varlık iddiasın etmiş olur. Zaten terbiyenin temelinde yatan asıl etken de insanın Rabbine teslim olmasıdır.
Öyleyse terbiye nedir?
Terbiye, insanın ahlakının Rablaşmasıdır. "Bu nasıl olur?" diye sorulursa, deriz ki: "
Tahallakullah" diye bir gerçek var. Cenab-ı Hak, "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanın" buyuruyor.
Mü'minin ahlakı, nefsin kontrolünden çıkarak, Cenab-ı Hakk'ın ahlakına, davranışına bürünürse, "
Tahallakullah" gerçekleşmiş olur.
Ahlakın doruk noktası Peygamberimiz Hz. Muhammed'dedir (s.a.v.). Sonra, O'nun pak Ehl-i Beyt'indedir. Sonra da onların yolunda giden sâlih ve sâliha kullardadır.
Özetlersek; ebedî hayatın kazanılması ve ahiret saadeti için ibadet şarttır. Burada mutlak örnek Hz. Muhammed'in (s.a.v.) ve Ehl-i Beyt'inin ibadet hayatının takip edilmesi zaruridir.
Yine Allah'ı zikretmek ve Resulüne salat-ü selam getirmek ahlakın kemale ermesinin ve marifete erişmenin yegâne yoludur. Duamız; Cenab-ı Hakkın bu yolda bizi muvaffak eylemesidir."