Şimdi işin içine biraz daha girelim. İnsandaki o "ben" dediğimiz şey, Cenab-ı Hakk'ın nefha-i İlahisidir. Bunu nasıl tanıyacağız?
Mesela, buzdolabı, televizyon, vs. satın alıyoruz. Bakıyoruz, yanında bir küçük kitapçık veriyorlar. Bu kitapçık ne işe yarıyor? Nasıl kullanıldığını anlatmaya yarıyor. Bilemedin mi kullanamıyorsun. Bir televizyon bile çalışırken, "Beni, ustamın dediği dışında kullanamazsın" diyor. Bu sadece bir televizyon.
Öte yandan, Allah öyle bir umman yaratmış ki, öyle bir alem yaratmış ki adına "insan" demiş. Bir anda dünyanın öbür tarafına gidebilirsin. Asya'da iken bir anda Afrika'da olabilirsin. Düşüncenle bir anda Amerika'da olabilirsin. Nereyi hayal edersen onu bir anda yaşarsın.
İnsan böyle acayip bir mahluktur. Oturuyorsun; hayaller kuruyorsun, problemler çözüyorsun, projeler yapıyorsun, programlar ortaya çıkarıyorsun, görüyorsun, tadıyorsun, hissediyorsun, yani öyle bir alem ki insan neresine bakarsan bak bir başka harikuladelik görüyorsun.
Farzet ki bunun bir kitapçığı yoktur. O zaman "insan bu meçhul" dersin. Onu tanımadığın için "ruh, olaylar karşısında organizmanın tepkisidir" dersin.
Bir sürü ölçü yanlışları içinde cevap veriyorsun. Bilgisayara hangi programı koyarsan, onun cevabını alırsın. Tuşa basıyorsun, "filan şey okundu" diyorsun. İnsan da böyle.
Oraya sen hayırlı bir şey doldurmazsan okuyacağın odur. İnsan bilgisayarına Hakk'ın programını, Kur'anî beyanı doldurursan; güzelini, doğrusunu, faydalısını oraya koyarsan; tuşa bastığın zaman yolun güzelce açılır, güzel cevaplar verirsin, güzel bir hayat yaşarsın.
Şimdi adam beş alıyor doymuyor, beş daha alıyor yine doymuyor. Beş bin, beş trilyon, beş katrilyon alıyor, onu yine doyuramıyorsun. Yine de "açım" diyor.
Aslında onun karnı aç değil. Şu hadis-i şerifi bilse, programına onu alsa neresinin aç olduğunu bilecek: "İnsanoğlunun iki vadi altını olsa bir üçüncü vadi altını olmasını arzu eder, ister. Onun gözünü bir avuç toprak doyurur."
İşte burada kanaat devreye giriyor. Toplum olarak biz, bunların hepsini kaybettik. "Başkası gibi yaşayacağız" diye kendi ölçülerimizden uzaklaştık.
"Himmete muhtaç olan dede, aleme himmet ede." Şimdi ne kendimize faydamız oluyor, ne de başkasına oluyor. Şahıs olarak, fert olarak, birey olarak fakiriz. Ne fakiriyiz? Düşünce fukarasıyız. Düşünce, tefekkür, iz'an, iman, ahlak fakiriyiz. Bunlardan fakir olunca ne taşırsan taşı bozuk çıkıyor.
Asıl meselemiz insandır
Şükür, kanaat, tevekkül kalmamış. Böyle zillet, böyle acizlik olur mu? Asıl davamız, asıl meselemiz insandır. Onu mutlaka bilmemiz, tanımamız lazımdır. Onu neyle tanıyacağız? Kur'anî, Peygamberanî yolla tanıyacağız.
Dedelerimizin İslam coğrafyasındaki tasarrufları bilinen bir gerçek. Ne büyük bir medeniyet kurduklarını herkes biliyor.
Bizi oralardan çıkarmak için adamlar çeşitli entrikalar düzenlediler. Bir sürü putperest adamı, Müslüman kılığında oralara gönderdiler. İslam'ı onlar yorumladılar, anlattılar. Onların Osmanlı'ya karşı kullandıkları mantalite, mantık, maalesef bugün de milletimize din olarak anlatılıyor.
Halbuki onlar bizim dedelerimizi mahvettiler, şehit ettiler, bizi o topraklardan böyle çıkardılar.
Demek ki biz aslımızı, özümüzü idrak etmez; bunu bir medeniyet olarak yaşamazsak; dünyevî-uhrevî her türlü tehdide açık oluyoruz. O nedenle fıtratımıza uygun bir hayat yaşayarak dünya ve ahiretimizi kazanmalıyız.
(Prof. Dr. Haydar Baş İcmal Dergisi Kasım 2017)